Masmavi göller, mazideki sarı fotoğraflara mı dönüşecek?

Yağışlı kış aylarından geçtiğimiz için şu an çok dillendirilmiyor ama birkaç ay sonra yine gündemde kuraklık olacak. Türkiye’nin birçok önemli gölü kurudu ya da kurumaya yüz tutmuş durumda. Bu sorunu başımızı başka yöne çevirerek çözemeyiz. Ya suyumuza sahip çıkacağız ya da geleceğe hesabını veremeyeceğimiz bir bedel bırakacağız.

1999 Marmara Depremi’nin 23’üncü yıl dönümüne yavaş yavaş yaklaşıyoruz. O günden bugüne insanlarımızı yitirdiğimiz birkaç ölümcül deprem daha yaşadık. Peki, aradan geçen 23 yılın sonunda depreme ne kadar hazırlıklıyız? Ulusal bir tehdide dönüşebilecek bu “gerçek” hakkında ne tür çözümler ürettik? Göllerle ilgili bir yazıda “depremin ne alakası var” diye sorabilirsiniz. Ama çok alakası var. Yaşadıklarımızdan çıkaramadığımız dersler, toplumsal hafızamızın bulanıklığı ve anlaması güç diğer nedenlerden ötürü emin olun bir arpa boyu yol kat edemedik. Yapılan çalışmaları küçümsemek elbette büyük hata fakat zaman/risk düzlemindeki karşılığı maalesef bir arpa boyu yola tekabül ediyor. Benzer durumu göllerimizde ve çok sınırlı olan su kaynaklarımızda yaşıyoruz.

Susuz yaz, susuz bir geleceğe dönüşürse?

Önce bilimsel araştırmalar ve verilerle desteklenen birkaç sert gerçekliği sıralayalım. Türkiye’nin de içerisine dâhil olduğu coğrafi kuşak, dünya genelinde kuraklıktan en çok etkilenen bölgeyi ifade ediyor. Eski haritalarda bu kuşağın aslında çok daha güneyde kalacağını zannediyorduk ama dünyaya iyi bakmazsak o da bize ters köşe yapmaktan geri durmuyor. Hoş, kuraklık kuşağının dışında olsaydık bile durum değişmemeliydi; zira su hayati aynı zamanda küresel bir kıt kaynak. Kuraklık 31 farklı doğal afet arasında en kritik afet olarak tanımlanıyor. En son geçen haziranda yayımlanan haritalara baktığımızda olağanüstü kurak bölgelerin çok ciddi düzeyde arttığını gözlemlemek mümkün. Buna göre ülkemizin neredeyse yarısı ‘olağanüstü kurak’ kategorisinde yer alıyor. Peki, bunun en somut yansımalarını nerelerde görüyoruz? Göllerde ve nehirlerimizde…

Göllerimizin karşılaştığı sorunlar bu kritik kaynakların sonunu getirmek üzere. Göller, bir yandan aşırı tüketimi, küresel ısınma ve yanlış su kullanımı gibi tehditlerle yüz yüzeyken diğer tarafta fabrika atıklarının ve çöplerin de dökülmesiyle hızlı şekilde kirleniyor. Sonuç olarak en önemli tatlı su kaynaklarımızı hoyratça harcıyor, bizim dışımızdaki canlılara da yaşam hakkı tanımıyoruz.

Mavi sulardan kızıl vahalara…

Büyük ve Küçük Göl, Azaplı Gölü, Acı Göl, Işıklı Gölü, Yay Gölü, Kestel Gölü, Karagöl, Avlan Gölü, Girdev, Kurugöl, Keklicek, Manay, Tecer, Mamak, Genceli, Tersakan, Bolluk, Musalar, Ilgın, Samsa, Yay, Seyfe, Tuzla gölleri ve daha niceleri. Bunlar ülkemizin farklı bölgelerinde kuruyan göllerin listesi. Liste aslında çok daha uzun ama malum yerimiz sınırlı. Bir de bunların dışında Beyşehir, Eğirdir, Burdur, Çorak, Yazır, Karataş, Gölhisar, Kamızlık, Tuz Gölü, İznik, Sapanca, Uluabat, Bafa, Azap, Gölbaşı, Aktaş, Çıldır, Haçlı, Turna, Nazik ve Tortum gibi göller kuruma ve aşırı kirlilik tehdidi altında. Yine bu liste de eksik, aslında daha çok var. Şimdi biz bunları birer isim olarak sıralıyoruz ya; düşünün bulundukları yerde kapladıkları alanı, insanlara ve canlılara sundukları hayatı. Böyle bakınca vahameti daha iyi anlamak mümkün. Tabii bir de şöyle yaklaşmak gerek; bu göllerin kuruması ya da kuruma tehdidi altında olması onları besleyen sayısız nehrin ve ırmağın çoktan kurumuş olması anlamına geliyor. Bu yitip giden kaynakların tamamı aslında geleceğimizdi ve artık onlara sahip değiliz.

Son 50 yıl içerisinde göllerin su döngüsü bakımından iflas ettiği uzmanlarca dile getiriliyor. Bu durum sonucunda 60 yıllık zaman diliminde 70’e yakın doğal gölün kuruduğu belirlenmiş. Yani üç tane Van Gölünü kaybetmişiz. Göllerin kuruması, bulundukları ekosistemdeki canlıların da artık olmaması anlamına geliyor. Ve tabii insan; bu kaynakların kurumasına neden olan temel faktör bizim faaliyetlerimiz. Dolayısıyla gereken adımlar bir an önce atılıp, toplumlarda gereken bilinç oluşturulmazsa en büyük yıkımı da yine kendimiz yaşayacağız.

Kaos ve öngörülemez gelişmeler

Göllerin ve tatlı su kaynaklarının büyük bir hızda yok olmasına yol açan çok sayıda etken bulunuyor. En önde gelenleri ise aşırı ve bilinçsiz tarımsal sulama, kuraklık, değişen yağış rejimi ve gölleri besleyen akarsu kaynakları üzerine yapılan baraj ve yapılar olarak sıralanıyor. Son maddeye ilgili kurumlar karşı çıksa da bağımsız araştırmacılar ve sivil toplum kuruluşları bilimsel verilerle gerçekliği ortaya koyuyor.  Göllerde su seviyesinin azalması tehlikeli bir kısır döngüye yol açıyor. İklimsel değişime paralel olarak artan ısı artışları buharlaşmayı artırıyor. Su seviyesi düşük olan göllerde buharlaşma daha fazla oluyor. Bu kısır döngüye azalan yağışlar da eklenince iş iyice içinden çıkılamaz bir hal alıyor. Söz konusu kırılgan süreç, göllerin kuruması ile birlikte gün geçtikçe nüfusun daha büyük bir bölümünün suya erişimi için risk haline geliyor. Göllerin yok olmasıyla birlikte başta kuşlar, balıklar ve bazı endemik bitki türleri olmak üzere coğrafyamızdaki canlı çeşitliliği ölüm kalım savaşı veriyor. Gördüğünüz üzere konu oldukça çok yönlü, kritik ve olası sonuçları itibarıyla yaşamın sürdürülebilirliği üzerinde baskı oluşturuyor. Aslında yazacak sayfalar dolusu şey var. Biz bir giriş yaptık, lütfen devamını siz kendi araştırmalarınızla getirin ve geleceğimizi tehdit eden bu konuda farkındalığın artırılması için elinizden geleni yapın.