Gerçek ne kadar gerçek?

Gerçeği, yargılarımız ve nesnel dünya arasındaki uyum olarak nitelendirebiliriz. Çoğunlukla kanıtlanabilir, anlaşılır durum ve olayları tanımlarken kullanırız hatta düşüncelerimizi ona göre şekillendirmeye çalışırız. Peki, gerçek manipüle edildiğinde, başkalaşım gösterdiğinde ne olur? Sorunun yanıtı Post Truth kavramı etrafında şekilleniyor.

Yazı: Erdem Çağlayan

Dünyada siyasal ve toplumsal olayları anlamak veya açıklamak için farklı kavramlar gelişiyor, tartışılıyor. Geride bıraktığımız 7-8 yıllık dilimde en çok kullanılan kavramlardan biri ise post truth kavramı oldu. Post truth ya da gerçeklik ötesi, en basit ifadeyle toplumların somut gerçekleri üzerinde oluşturulan yapay düşünceleri tanımlıyor. Karışık gibi görünse de aslında son derece açık. Çünkü öznesi biziz ve devamlı maruz kalıyoruz.

Post truth, dünden bugüne ortaya çıkan bir kavram değil. Özellikle birinci dünya savaşı, ikinci dünya savaşı ve soğuk savaş dönemlerinde filizlenen, bugün ise dünya toplumlarının gerçekle olan ilişkisini zayıflatan bir olgu. Post truth çok işlevsel bir mekanizma zira yeteri kadar gücünüz varsa, asıl gerçekleri deforme ederek toplumları arzuladığınız doğrultuda yönlendirebiliyorsunuz. İşin ilginç ve bir o kadar üzücü yanı ise bilginin bu kadar ulaşılabilir olduğu günümüzde onu analiz edip sonuca varacak bireysel altyapıların yetersiz kalması. Bu durumun eğitimden teknolojiye, sosyolojiden siyasete ve ekonomiye uzanan çok farklı nedenleri var. 

Doğruyu seçmenin anatomisi

“İyi de gerçek madem bu kadar açıkça manipüle edilebiliyor ve çoğu kişi de bunun farkındaysa neden önüne geçilemiyor” diye sorabilirsiniz. Yanıt yine insanın kendisinde yatıyor. Kitleler hatta daha özelinde bireyler, kendilerine yakın gördükleri düşünce akımlarının, toplumsal yapıların parçası olmayı tercih ederler. Tutarsızlıklar, çelişkiler olsa dahi benimsedikleri görüşlerin devamlılığı bireysel/kitlesel konfor alanı sağlar. Yine bu durumla paralel olarak kitlelerin etrafında örgütlendiği, genel kabul gören bazı inanışlar da bireylerin gerçekten öte bir arayışla konsolide olmalarında etkilidir. Eğitim seviyesi, sosyal çevre, ekonomik düzey, kültürel yapı gibi belli başlı kritik unsurlar, toplumların gerçeğe olan isteklerini şekillendirir.

Cebimizdeki tehlike, küresel bir tehdide dönüşüyor

Bilgiye erişimin ve dolaşımının son derece hızlı, kolay olduğu bir dönemde yaşadığımızı belirttik. Ancak aynı şekilde yalan ya da çarpıtmalar da aynı hızda ve kolaylıkta dolaşıma giriyor. Bırakın dakikaları, saniyeler içinde yüzbinlere ulaşıyor. Bu durum bilginin, nesnelliğin erozyona uğramasına, ortadan kalkmasına neden oluyor. Böylece birey kendine yakın gördüğünü tüketirken ardında yatanı sorgulama gayretine girmiyor. Bunu talep etmiyor ya da talep etmesi gerektiğinin farkında bile olamıyor. Nihayetinde ise ortak ideallerle bir arada yaşayan toplumlar, farklı gruplara ayrılıyor, ayrışıyor; yönelimler gerçeklerle değil, gücü elinde bulunduranların çıkarlarına göre inşa ediliyor. Bu erozyon, farklı kesimlerin bir aradayken gösterecekleri ortak tepkileri ortadan kaldırıyor, empati, düşünceye saygı, ortak idealler gibi kritik toplumsal mekanizmaların yerine başkalaşmış gerçekleri paketleyip sunuyor.

Bir yönetici ya da lider, verdiği bilginin veya ifade ettiği görüşün tam aksini ertesi gün savunuyor olsa dahi kitleler, sorgulamadan inanmayı sürdürüyor. Post truth, hayatın her noktasına sirayet eden bir olgu. Çoğunlukla siyaset olmak üzere ekonomiden eğitime, insanlığın tüm faaliyet alanlarında kendine yer buluyor. Konuya ülkemizden ve yakın tarihten bir örnek vermek gerekirse; Çernobil kazasından sonra bir bakan elde kalan çayların tüketimini artırmak için kameralar önünde çay içmiş, bilimsel bir araştırmaya dayanmadan çayların son derece güvenilir ve sağlıklı olduğunu dile getirmişti. 1986 yılında meydana gelen felaketten sonra Amerika’da bulunan Ulusal Kanser Enstitüsü’nün raporuna göre Karadeniz çanağındaki ülkelerde kanser vakaları yüzde 400’e varan oranda artış gösterdi.

Tünelin ucundaki ışık sorunsalı

Elbette buna benzer çok daha yakın tarihten verebileceğimiz sayısız örnek var. Dünya liderlerinin, siyasetçilerin, farklı meslek uzmanlarının, gazetecilerin, şirketlerin kısacası gücü elinde bulunduran çevrelerin dezenformasyonlarıyla yarattıkları gerçek ötesi düşünce ve durumlara o kadar çok maruz kalıyoruz ki, gerçek kelimenin tam anlamıyla silikleşiyor. Neyin doğru neyin yanlış olduğuna dair küresel bir psikoz hali insanlığı sarsmaya devam ediyor. Belki de asıl soru şu; bu yaşananlar insanlığın teknolojiye ve 21. yüzyıla doğal bir uyum süreci mi, yoksa topyekûn bilişsel bir mücadelenin ayak sesleri mi?